“Servet-i Fünun Edebiyatı” döneminde, genç bir şair ( Hasan Asaf)
tarafından kaleme alınan “Burhan-ı Kudret” başlıklı şiirden alınan
“Zerre-i nûrundan iken muktebes / Mihr ü mehe etmek işaret
abes” mısralarının “bes” hecelerinin takfiyesinin mümkün olup
olmayacağı, zamanın edebî tartışmalarının merkezini
oluşturuvermiştir.
“Muktebes “ kelimesinin ‘s’si “ ث “ ile yazılır. “Abes” kelimesinin
“s” si de “س” ile yazılır. O dönemin alfabesine göre bir yazım hatası
yoktur. Osmanlıca için sorun olmayan bu iki harfin kafiyelemeye
yeterli olup olmadığı değil, görselliği üzerinden hareketle
“Kafiyelemede şekil mi muteberdir, ses mi muteberdir?” Sorusu
etrafında açılan tartışmanın sonucu, divan edebiyatı geleneğinden
vaz geçilip halk edebiyatı geleneğine bağlı kalınması kararıyla
bağlanır. Kafiye için ses önemlidir. Şeklin önemi yoktur. Halk
edebiyatında bazen kafiye oluşturan “m” ve n” sesleri ile “ç” ve “ş”
seslerinin kafiyelemeye mani olmadığı anlayışına rağmen.
Aşağıdaki örnekte büyütülmüş seslerin kafiyelemede kullanıldığı
gibi.
Dadaloğlu’m der oradan geçerse
Elbeyli Avşar’dan yolun aşarsa
Akan kanlı Murad köpük saçarsa
Sait Battal gibi er var önünde
(Dadaloğlu, Öztelli 1974: 181)
Hana vardım han değil
Penceresi cam değil
Bu gün ben yâri gördüm
Ölürsem de gam değil
Şiir tahlillerinde, bu konu, şiirin biçim yönünden etüt edilmesine
bağlı bir konudur. İlgililer bunu bilir. Hatt-ı zatında, şairin yazdığının
şiir sayılması konusunda, metnin şiir olmasını sağlayan, şiir olmasına
tesir eden belki de asıl olan muhteva kısmıdır. Şimdilerde buna
içerik diyorlar. Anlaşılan o zaman , “Burhan-ı kudretin” içeriğiyle
ilgilenen olmamış. Olmadığı gibi “Burhan-ı kudret” ibaresini yanlış
sadeleştirip “Güçlü delil” deyivermişler. Hâlbuki bu terkip, ”Gücün,
kudretin âyeti, Allah’ın kanıtı, Allah’ın varlığına delil.” anlamlarında
tercüme edilmeliydi. Esasa müteallik mütalaa etmeyenlerden bir
şey beklemek de beyhudedir. “Güneş ve Ay’ın yaydığı ışıklar,
Allah’ın nurunun zerresinden ibarettir.” denebilseydi edebî
ürünlerin vasfından başka manalar tevlit edebilirdi.
Cabir Bin hayyan(721-815) “Maddenin en küçük parçası, El cüz’ü lâ
yetecezza”(atom) da yoğun bir enerji vardır. Yunan bilginlerinin
iddia ettiği gibi parçalanamaz vasfı haiz değildir. Parçalanabilir,
parçalandığında, Bağdat’ı altüst edecek bir enerji doğurur.” demiş.
Yüksekten uçmuş bu adam diyenler olur. Adam, yüksekten
uçmuyor normal zeminde yürüyor. Bu Bilginin yürüdüğü zemine
göre çukurun çukurunda dahası dibinde bulunanlar o zemini yüksek
addederler. Cabir Bin Hayyan’ın da yüksekten uçtuğunu zan ve
kabul ederler. Heyhat! Cabir Bin Hayyan, bu hükme kanî olunca
peşinden, Bağdat’ın altını üste getirebilecek bu gücün Allah’ın bir
kudret nişanı olduğunu da söylemeden geçemez. Hal böyleyken
“Güneş ışığının, Allah’ın nurunun zerresindendir.” demenin kime ne
zararı olabilir. Olmaz ama demiyorlar, dedirtilmiyorlar.
Atom,1908 yılının Nobel ödülüne lâyık görülen Yeni Zelandalı, İngiliz
Nükleer fizikçi, Ernest Rutherford (1871-1937) tarafından 1919’da
parçalanmıştır. E, atom parçalandı, gücünü göstermesi lâzımdı. 1945
senesinde Nagazaki ve Hiroşima faciası maalesef, Cabir Bin Hayyan’ı
haklı çıkardı. Güç adil olmayanlara geçine imha silahı ve imha
vasıtası oluveriyor.
Allah selâmet versin, bir hocamızın bir tespitini hep
önemsemişimdir. Türk Divan edebiyatı hocalarının Yeterli
olabilmelerinin ilk şartı, “İslam Dininin “muhtevasını bilmeleridir.”
mealindeki mesajıdır hatta hoca, hükmünü daha da keskinleştirerek
“ Müslüman olmaları daha iyi gelir.” demişti.
Hasan Asaf’ın yukarıdaki mezkûr beytinden önceki şu mısralar da
meselenin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.
Kudretin isbâta ne hâcet Hûda (*Kudretinin kanıta ihtiyacı mı var
Allah’ım)
Lem’a-nisâr olmadadur çün ziyâ (*Güneş gibi aydınlığın savrulur her
yana; çünkü aydınlık sensin)
Şiirin bu kısmıyla ilgilenildiği varit değildir.
Bu konuyla mütenasip bir beyit de Muhibbî’den sadır olmuş.
Giderdin zulmet-i küfrü yakuben şem’-i kafuri ( Kafûrdan yapılmış
mumu yakarak zulmün karanlığını giderdin, aydınlattın.)
Hakikât bu ki alur Mihr ile meh nurı ( Hakikât budur ki Ay ve Güneş
(bile) parlaklığını ( nur) bundan alır.
Gerek muhibbî gerekse Hasan Asaf, Güneş ve Ay’ın parlaklığının
sebebinin Kâinatın sahibi olduğunu alenen haykırırken alakadarların
bu konuyu teğet bile geçmemeleri ilginç değil mi?
Yeryüzünde, insana ait bütün problemlerin, kaynağının aynı olması,
çözüm yollarının da aynı olmasını gerektirmez mi? çözüm yollarının
beşere bağlanması sonucu, beşerî farklılıkların yüzünden farklı ve
yanlış yollar ortaya çıkabiliyor.
Şair, Güneş’in ve Ay’ın parlamasının sebebi “Allah’ın nurunun
zerresidir .” diyor. Siz de bunların ışığına bağlanıp kalıyorsunuz. Esas
ışık sahibini hatırlamıyorsunuz. “diyor.
Lokal bir toplantıya iştirakim sonunda hatibin “ Güneş’in ışığı, onun
nurunun yanında leke gibi görünür dediğinde, irkilmiştim.
Meselelerin açıklamalarını yaparken esasa müteallik durumlarının
açıklanmasının temini, anlamayı güçlendirdiği gibi hayatın
kolaylaştırılmasına da sebep olur. Böylece muhatabın morali ve
motivasyonu tam sağlanmış olur.
Kime ne öğretirsek öğretelim, esasın ne olduğu öğretilmeden
öğretilen her şey berhava olmaya mahkûmdur.
Şakir Albayrak ,Çekmeköy,09.01.2023,2320