HARPUT’TA
ÇİFTE PRANGA..
-Üstâd Sezai Karakoç
ve Belek Gâzi’nin
aziz hâtırasına—
Meğerse ilk ve de
son ziyaretim imiş
Nuruosmaniye’de..
Eski; sıradan ve ayakları
pas tutmuş demirden
bir masanın
karşısında oturmaktaydı..
Besbelli ki bu mütevazi masa,
Devlet Malzeme Ofisi’nden
devşirme idi..
Tufanı, fırtınası dinmiş
bir deniz dinginliğiyle
oturmakta idi masaya;
simasına yayılan sıcak
ve mahcup tebessümüyle..
Bir tabak da
dalbastı kiraz vardı
tam önünde..
Mevsim daha bahar sayılırdı;
zaman denen
o sihirli ve müphem mefhum,
yönünü
yavaş yavaş yaza doğru
çevirmişti..
Ve de olanca
kışkırtıcı güzelliği,
diriliği ve tazeliğiyle..
Masanın üstündeki
o göz alıcı kirazlar,
besbelli ki gelip gidenlere
ikramdı..
Sofrada kiraz varsa
bil ki mevsim
bahardı..
İşte o atmosferde
ben ise
bir masalsı devin karşısında
öylesine kalakalmış;
ufaldıkça ufalmış,
Ağrı Dağı sırtlarında
yolunu yitirmiş bir çobanın
acziyle hepten
sersemlemiş,
afallamıştım..!
Masanın etrafındaki raflara
Diriliş’in kuğu gibi bembeyaz
kitapları dizilmişti..
Ve hatta o mütevazi yayın evinin görünen görünmeyen her bir yerine…
Demek;
Diriliş Muştusu’nun
dev gibi çınarı,
karşımda oturan
bu mahçup ve mütevazi
adamdı ha.!
Derin sükûtuna
devam ederken
nazik bir el işaretiyle
yanı başındaki
boş bir sandaliyeyi
işaret etti:
“..Gel;
şu taze kirazlardan
sen de tadıver;
nasibindir…”
dedi.
Bir koca çınarın
serin koyuluğuna
sığınırcasına ilişiverdim
yanı başındaki iğreti
duran ahşap
sandaliyeye..
Ve de;
üzerimden
bir türlü atamadığım
o ürkek, o mütereddit
o taşralı gençlere özgü
mahcubiyetle..
Uzun sükutu
dakikalarca devam etti
büyük ustanın..
Nerden esti ise
bir ara yekden:
“..Ben Harputluyum
üstâdım..”
deyiverdim..
Aşina bir nazarla
bir müddet beni süzerken
değişmeyen mütebessim
çehresiyle ve
fakat bir soruyla
karşılık vermiş idi
bana:
“..Sen;
Hısn-ı Ziyâd neredir
bilir misin.?”
“…..?!!!”
Üstad devam etti:
“..Arapların Harput’a
yakıştırdığı müstesna
bir mahlastır Hısn-ı Ziyâd.”
diyerek bir destan
tadında sözüne
devam etti:
“..Nur’uddevle
Behram oğlu
Belek Gâzi,
Haçlı ordularına
çok kırım verdi.
Bu hal, ehl-i sâlibin
pek gücüne gitti..
Urfa kontu Josselin;
muazzam ordusuyla
Harput kalesini
dört yandan kuşattı..
Yaman bir cedel oldu
ve Belek,
Josselin’in mağrur
ordusunu çil yavrusu
gibi dağıttı.
Ve hatta,
ibreti alem olsun diye
Urfa kontunu canlı
derdest ederek
prangaya vurdu..
Bununla da yetinmedi;
Harput kalesindeki
zindana atıverdi..
Bu perişan vaziyet
Papanın kulağına
kadar gitti.
Bu kez, onun talimatıyla
Kudüs kralı II.Bauodit
daha mehabetli
haçlı ordusuyla
hınçla Harput üzerine
yürüdü..
Bu şedit muharebe
ve karşı müdafaa
günlerce sürdü..
Belek Gâzi,
nâmütenahi harp
dehası ile bu orduyu da dahiyâne bir huruç hareketiyle mahvu
perişan etti..
Tıpkı Urfa kontu gibi
harp sonunda
esir düşen Kudüs kralını da
-ibreti alem için-
prangaya vurup
Harput kalesinde
mahpus Josselin’in
yanına havale etti..
Bu gidişat Papa’yı
çıldırtmaya yetti.!
Neylersin ki
Belek denen
bu Gâzi cihangir kumandan,
Menbiç’i kuşatırken
kale burcundan gelen
nâmert bir okla
şehit düştü..!”
Soluksuz anlatmıştı
bu desitâni tarihi
hadiseyi Sezai Karakoç
Üstâd..
Nefesimi tutarak
dinlemiştim bu ibretlik
zaferin bir o kadar
ibretlik hikâyesini ..
Akabinde minnetle
veda etmiştim
kendisine..
Ve de, sık sık kendisini
ziyarete geleceğim
vaadi ile..
Ne hazindir ki
bir kez olsun adımımı
basmadım o mütevazi
yayınevinin mermer
merdivenlerine..
Üstâd ise doru atına
binerek gitti
sürgünler ülkesinden
ebediyet diyarlarına..
Kim bilir; belki de
Belek Gâzi ile beraber
fethi bekleyen
daha nice sürgünler
ülkesine..
Mehmet SÜT/İstanbul